Görkemli ve Önemsiz Şeyler Arasında

Bu söyleşiyi Erinç Seymen ile Galerist dergisi için yapmıştık…

Erinç Seymen son çalışmalarını 20 Mayıs 2009 da Galerist’te açılan “İkna Odası” başlıklı sergi vasıtası ile izleyiciyle paylaştı. Erinç’le sergide yer alan yeni işleri üzerinden politikadan, cinselliğe sanattan tahayyüllerine kadar son dönemde kafa yorduğu meseleleri konuştuk.

Önder Özengi: Erinç şununla başlayalım istersen. Çok çeşitli medya kullanıyorsun işlerinde. Tuval resminden, müziğe/sese, videoya, performansa kadar. Bu medyalar seni besleyen tek ve birbirinden bağımsız alanlar mı yoksa medyaların verili alanından kaçış için bir zorunluluk mu?

Erinç Seymen: Zorunluluk değil, istemli bir kişilik krizi; bu krizi sürdürmek alışkanlıklarıma, izleyicinin beklentilerine, üslupçuluğa karşı sahip olduğum tek savunma gereci. Farklı malzemelerle ve hatta bir malzemeyi kullanırken farklı anlatım biçimlerine başvurmak uzun vadede ortaya çıkabilecek rehaveti ve tam bir afyon gibi etki eden aşırı öz güveni de bertaraf etmemi sağlıyor. Ayrıca farkındalık aralığımı da genişletebileceğimi düşünüyorum bu sayede. Yemek masasında oturmuş hararetli bir sohbeti sürdürürken peçeteyi yırtarak küçük formlar bulmak, çatal kaşıkla sesler çıkarmak, kürdanları dizmek gibi: bu oyunların zihinsel bir karşılığı da olduğunu düşünüyorum. Ayrıca 6 ay orada, 1 yıl burada yaşayıp, kısa süreli işlerde çalışan ve sıkıldığı anda çekip giden insanlar vardır, bu tür insanlara hep çok özenmişimdir, benim asla beceremeyeceğim bir şeyi yapıyorlar. Bırak o sıklıkta göç etmeyi, kısa süreli seyahatleri saymazsak, doğduğumdan beri aynı şehirde ve semtte yaşadım ben, hayalini çok kez kurmama rağmen asla başka bir coğrafyaya göçmeye cesaret edemedim. Sanırım sanat alanında deneyselliğe sarılmak içimde kalan bu ukdeyi de bir miktar hafifletiyor.

Ö.Ö: Bu göç üretimde bulunduğun ve görünür olduğun alanlar düşünüldüğünde de karşımıza çıkıyor. Sanatın kendi iç disiplinlerinin arasındaki bu gidiş gelişler başka disiplinler arasındaki gidiş gelişlere nasıl çevriliyor. Senin sanat dışındaki üretim ve eyleme alanlarından sanat üretimini nasıl etkileniyor yada tersten sorarsak diğer üretimlerin sanat üretimini nasıl içliyor.

E.S: Örneğin iletişim ve dil üzerine tekrar tekrar düşünme ihtiyacını doğuruyor. Küçük ya da büyük ölçekli bir hak-özgürlük mücadelesi içindeyseniz, siyasi doğrucu terminoloji kullanmak biraz kaçınılmaz oluyor. Nitekim yaygın dil tabirlerinin toplumal hafızaya sinmiş ayrımcılıkların karşılığı olduğunu iddia ederken siz de kullandığınız dile dikkat etmek zorundasınız. Ama bir sanat yapıtını siyasi doğrucu kıskaca hapsetmek de onun keşifçiliğinden, deneyselliğinden ve dolayısıyla da başlatabileceği tartışmaların zenginliğinden çok şey götürebilir. Mesela Laibach’ın paramiliter/totaliter estetiği o kadar inandırıcıdır ki, faşizan eğilimlere sahip bolca dinleyicisinin olduğu söylenir. Halbuki paramilitarizmi ve totalitarizmi hicvediyorlar. Acaba Laibach bu denli inandırıcı olmasaydı sahip olduğu etkiyi koruyabilir miydi? Aynı biçimde, bir izleyici “Ateş böcekleri”nin orduya ve militarizme dair  iyimser bir resim olduğu kanısına kapılabilir. Oysa bu resim çocuk zihninin şekillendirilmesiyle, kimi kanaatlerin büyüleyici merasimler aracılığıyla kodlanmasıyla hesaplaşmaya çalışıyor ki, zaten resmin ilham kaynağı Mao döneminin geleceğe umutla bakan insan portreleriyle dolu propaganda posterleriydi. Benim de izlediğimde infiale kapıldığım yapıtlar oldu elbette ama bir sanat yapıtının siyasi doğruculuktan nasıl ve ne kadar muaf tutulabileceğine dair ölçüt belirlemek de çok zor görünüyor. Üstelik provokatif yapıtlar üreten bir sanatçının hayatının diğer alanlarında neler söyleyip yaptığı da son derece belirleyici. Sansürcülükten ve alelacele yaftalamaktan kaçınmak istiyorsak, bu tür krizlere yol açan her yapıtı kendi içinde değerlendirmekten başka çaremiz yok sanırım.

Ö.Ö: Bu sergide yer alacak üç çalışmanın üzerinde duralım istersen. “Klinikte Bir Gün” “Okulda Bir Gün” ve “Fabrikada Bir Gün” serisinden. Bu resimler özenle işlenmiş ayrıntılandırılmış toplum/cemaat/birey tahayyüllerinden oluşan bir harita gibi bana kalırsa. Buradan yola çıkarsak bu toplumsal tahayyül ve ütopyalarından bahsedebilirmiyiz? Günümüz kentlerinde fabrikada, okulda, klinikte bunlar nasıl işliyor ve senin üretimlerin bunu nasıl kavrıyor?

E.S: Okul, hastane, fabrika gibi kurumların topyekün tasfiyesine ya da bunlara alternatif yaşam teknolojilerine/örgütlenmelere dair elbette sık sık gündüz düşleri görüyorum ben de. İnsanlarının ütopyalarını, “başka bir toplum/dünya” kurgularını dinlemek çok mühim benim için: bu resimler, kitaplarını  okuduğum ya da fikir alışverişinde bulunduğum insanların hayal güçlerinden de besleniyor. Hafızamda sakladıklarımın yanında dosyalar dolusu not, alıntı ve kayıt biriktiriyorum “bir gün” serisi için: kimi zaman bir dostumun dillendirdiği travma, kimi zaman bir gazete haberi ya da bir sendikanın basın bülteni. Sonra bunlara denk düşebilecek ya da en azından çağrışım zincirleri kurabilecek mizansenler bulmaya çalışıyorum. Şunun altını çizmeliyim ki, tam da bu sebeple, biçimsel olarak o gelenekle benzerlik gösterseler de, bu resimler “gerçeküstücü” değiller, çünkü ben “bilinçdışı”yla ilgilenmiyorum, zira psikanalizin bilinç/bilinçdışı ayrıştırmasını ve çizdiği hudutları ikna edici bulmuyorum. Okulların, akıl hastanelerinin, fabrikaların tarihe gömülmesi gündelik angaryalar arasında insana nefes aldıran ve iç açıcı hayaller elbette, ama bu hayallerin yakın gelecekte gerçekleşmeyeceği aşikar. O halde bu kurumların halihazırda nasıl işlediğinin, otoritenin nasıl kurulduğunun, kontrol ettikleri bireylere ne vaadedip onlardan ne talep ettiğinin tahlil ve teşhir edilmesi hayati önem taşıyor. Eğitim, ruhsal tedavi ve üretim ilişkileri arasındaki kordonları incelersek akıl hastanelerindeki tutsakların sosyalleşme haklarının kısıtlanması, öğrencilere İstiklal Marşı’nın okutulması ve işçinin zaman/emeğinin düzenlenmesi arasındaki geçişkenlikleri de izleyebiliriz. Tabii sadece travmaları değil, bu kurumların boşluklarından faydalanmak suretiyle açılan küçük kurtarılmış alanları veya geçici çıkışları da müdahil etmeye özen gösteriyorum kompozisyonlara: gizlice mastürbasyon yapan klinik tutsağı, sigara içen öğrenci ya da işten kaytarmayı becerebilen işçi de var bu cehennemsi manzaralarda. Bir süredir üzerinde en çok durduğum mevzulardan biri kontrol mekanizmalarındaki inanç/kanaat tasarrufu. Bu kurumlar, otoritelerini büyük ölçüde kişilerin toplumsal yaşama müdahil olma ve bu sayede hayatta kalma zorunluluklarına borçlular belki ama bu otoritenin korunması için bireylerin müdahil oldukları eksiği gediğini görse dahi bir biçimde sisteme inançlarının sürekliliği gerekiyor, aksi takdirde çok daha fazla toplumsal patlama ve isyana şahit olurduk. Tam da bu noktada kitlesel inançların nasıl dolaşıma sokulup taze tutulduğunu, çünkü yöntemler/argümanlar zamanla geçerliliklerini yitirebilirler, daha detaylı biçimde anlamak istiyorum. “Nasıl oldu da filanca parti bir anda bunca insanı peşinden sürükleyebildi”den tut da, “niçin okulda öğrendiklerine bu denli gönülden inanıyor”a kadar birçok soruyu daha sağlıklı biçimde cevaplamak mümkündür belki bu sayede.

Ö.Ö: Peki cinsellikte durum nasıl? “Norm dışı cinsellik” ve sado-mozoşist manzaralar senin çoğu işlerinde sıklıkla karşımıza çıkıyor. Buradan yola çıkarak erk, iktidar, itaat, zevk, kölelik, oyun ve acıyı birbiriyle nasıl ilişkendiriyorsun.

E.S: Sado-mazoşist imgelerin bazı temel toplumsal mevzuları tartışmak için çok kullanışlı ve ilham verici olduğunu düşünüyorum. Aileyi, cemaati, ulusu bir arada tutmak için pompalanan biat kültürü; çalışmanın yüceltilmesiyle güçlendirilen köle ahlakı; savaşta ya da işte ya da toplumsal yaşamda kendini feda etmenin tekrar tekrar bir erdem gibi sunulması, tüm bunlar iktidar mekanizmalarının kullandığı yaygın gereçler. Ancak biliyoruz ki, sadece cezaya yönelik bir metodolojiyle otorite kuramazsınız, haz ekonomisi de bu kontrolün bir parçası; uzun soluklu diktatoryalar biraz da acı ve haz arasında ince bir denge kurmayı becerebildikleri için ayakta kalırlar. Sadece isyanların önüne geçmek üzere dağıtılan irili ufaklı ödüllerden bahsetmiyorum. Mesela birçok bayramın insanları birbirine yakınlaştırmak kadar kitlesel itaati pekiştirmek ve kişilerin sadakatinin sağlamasını almak gibi işlevleri de var bana kalırsa. Veya örneğin eski geleneklere uygun/ modern idamların veya teşhir/ibret gösterme yoluyla gerçekleştirlen sembolik infazların ayinselliğiyle köle-efendi cinsel pratiklerinin ayinselliği arasında benzerlikler bulmak mümkün.

Ö.Ö: Çalışmalarında ortaya çıkan politik bakış açısını konuşalım istersen. Sanat ve politika ilişkisine nasıl bakıyorsun? Sence sanat belli pir politik görüşün mesajlarını iletmenin bir aracı mı, yoksa bunun ötesinde ve karşısında başka olanakları tahayyül etmenin bir yolu mu?

E.S: “Mesaj aracı” yerine sanat yapıtını siyasi meseleler üzerine bir düşünüm ve deneyim alanı biçiminde görmeyi yeğlerim sanırım. Sanat  toplumsal mücadele ve dönüşümler için daha çok kaynak sağlayabilir bana kalırsa ama bunu biraz da sanattan beklentiler belirliyor. Sanat yapıtı ilk anda örneğin bir kamusal protestonun ya da sivil itaatsizlik eyleminin etkisini yaratamayabilir belki ama bu gibi eylemlere koşut devam eden tartışmalara büyük katkıda bulunabilir, dolayısıyla sanat yapıtının “ne işe yaradığı”na dair fayda eksenci yaklaşımın tuzaklarına dikkat etmek gerekiyor bence. Sanatçıların, izleyicilerin ve sanat kuramcılarının katıldığı bir tartışmada söz alan biri “keşke öyle bir sanat yapıtı üretilse ki, sayesinde darbeci generaller yargılansa” demişti. Bir yapıtın bu tür bir mucizeyi tetiklediğini varsaysak dahi, bu durum, örneğin militarizmi toplumsal cinsiyet bakımından işleyen bir başka yapıtı değersiz kılmaz, zira bu yapıt küçük ve önemsiz gibi görünen bir unsurun pek de öyle göründüğü kadar etkisiz olmadığını deşifre edebilir. “Halkı askerlikten soğutmak” suçlamasıyla davaların açıldığı bir coğrafyada militarizmin toplumsal cinsiyet üzerinden nasıl tesis edildiğinin incelenmesi, en az askeri himayenin normalleşmesini anlamak kadar önemlidir belki.  Sık sık gündeme gelen bir şikayet konusu da sanat yapıtının kafa karışıklığına neden sebep olması. Oysa ben bunun iyi bir şey olduğunu düşünüyorum, çünkü kafa karışıklığı yeni tartışmaları ve daha fazla spekülasyonu müjdeler. Bu bakımdan güven telkin etmeyen, huzur kaçıran, kıymık bırakan yapıtlar benim için daha cazip.

Ö.Ö: Yine bu ilişkiden devam edersek “İkna Odası” serginin ve sergide yer alan bir çalışmanın da adı. Bu sanırım aynı zamanda galeri mekanı ve onun verili bağlamında muhalif ve eleştirel olmanın görece rahatlığına da gönderme yapan bir başlık sanırım. Sence sanat alanı ya da daha spesifik olarak galeri mekanı diğer kamusal mekanlardan görece daha mı özgür? Bu konudaki düşüncelerini merak ediyorum.

E.S: Bahsettiğin rahatlığı iki biçimde okumak mümkün bence; sansürü/toplumsal baskıyı sollamak ve korunaklı alanlarda hareket etmek. Biri çıkıp “galeride muhalefet yapmak kolay” diyebilir örneğin ve bunda bir haklılık payı da vardır, zira sanat yapıtıyla sorunsallaştırdığın hassas bir mevzu üzerine yüksek tirajlı bir gazetede yazı yazmak ya da bir sokak eylemine katılmak arasında ciddi fark var. Bununla beraber birçok sanatçının son derece cesur yapıtlar ürettiğini ve bu yapıtları sergileyerek büyük riskler aldığını, hatta bazılarının büyük bedeller ödediğini de gözden kaçırmamak lazım: yapıtları nedeniyle damgalanan, tehditler alan, hakkında davalar açılan sanatçılar var. Bunun yanında kimi konuların bu coğrafyada öyle ferahça dillendirilememesi sebebiyle dolayımlamaya başvurmak sanatsal bir üslup/anlatım biçimi olmanın yanında sanatçının kendini savunması açısından da işlevsellik kazanabiliyor ki, eğer sanatçının ömrü boyunca sürünüp hırpalanmaya gönüllü bir çilekeş olduğuna dair romantizmden sıyrılırsak, bu işlevselliği anlamak zor değil . Mesela sansürün çok daha ağır işlediği ve toplumsal tahammülün şu ana nazaran çok daha düşük olduğu 80’lerde mizah ve özellikle de karikatür geleneği Türkiye’de muhalefet etmenin mühim bir gereciydi. Sanatla karikatürü hiçbir biçimde eşitlemiyorum elbette, bambaşka disiplinler bunlar, ama bir çıkış imkanı yaratmak, varoluş alanını genişletmek bakımından aralarında kader ortaklığı olabileceğini düşünüyorum.



Leave a comment